1- Şüphecilik Bahsi
Peyami Safa şüphecilikten bahis açıyor:
-İstihzası olmayan, hâdiseleri alaya almayan adam ne
kadar kuru ve yavansa, şüpheciliği olmayan da o kadar eksik ve kısır… İki
tekerlekli bir arabanın tek tekerleği üzerinde yol almaya kalkması gibi bir
şey… Ben her şeyden şüphe ederim; bana anlatılan, öğretilen, gösterilen,
bildirilen her şeyden…
Genç Şair:
-Meselâ?..
-Meselâ senin Paris’e gidip geldiğinden… Başta sen,
bence bütün insanlar (mitoman-yalan hastası)dır. Sığamadıkları bir dünyayı
yalanla genişletmek isterler ve yalanlarına önce kendileri inanırlar… Sen
Paris’e gidip geldin mi sahiden?
-Gittim ama, gördüğüm Paris miydi, ben de ondan şüphe
ediyorum.
-Bravo! Seninki benimkini aşıyor.
-Ben şüpheci değilim. Senin gibi müşahhas plân
şüpheleri üzerinde kalmıyorum. Ben eminim.
-Neden eminsin?
-Gördüğüm şeyin o olmadığından…
-Demek sende mücerret fikir burguları hep işliyor.
-Hep öyle, hep öyle!.. (s.65)
2- Erkek ve Kadın Bahsi
Genç Şair, Fikret Âdil’in bohem karargâhında, Peyami
Safa’nın evinde, Çallı İbrahim’in Güzel Sanatlar Akademisine bitişik
dairesinde, lokantada, barda, gazete idarehanesinde kadın görüşünü şöyle
anlatmaya başladı:
-Kadın, bütün bir problemdir; ince bir mesele, bir
davâ… Kadın ve erkek birbiriyle sevgi ve fedakârlık tezahürleri içinde devamlı
bir harp, gizli bir mücadele halindedirler. Bu harbin strateji ve taktik
hususilikleri, ruh kanunları yönünden en büyük harplerdekinden daha girift, dolambaçlı
ve çetin… Şahsiyetini bir manto gibi kadınına giydiremeyen erkekse daima
mağlup… Bu bakımdan erkekte kadına hakimiyet fizik ve fizyolojik kudretinin çok
üstünde bir şey, bir kafa ve ruh unsurudur. Kadını kafanız ve ruhunuzla
kafasından ve ruhundan yakalayacaksınız. Fizik ve fizyolojik kuvvetiniz de işte
bu kudrete refakat edecek… Bizde kadını yalnız madde cephesiyle ele alanlar,
sadece “zampara” tabirine müstehak, sefil bir sınıftır ve aralarında mânâya
dikkat eden hemen hemen yoktur. Zaten romanımızda da kadın, ya erkeği yıkan,
yahut erkek tarafından yıkılan bu “mesele” cephesiyle yoktur. Sadece bazen
hissî ve dramatik âdî çapkınlık hikâyeleri… Bu noktadan hem edebiyatımızdaki
roman, hem de cemiyetimizdeki kültürlü kadın seviyesindeki düşüklüğü anlayabilirsiniz.
Kadın, ezmekten çok, ezilmekten hoşlanır. Bu kaba bir eziliş değil, erkeği
böyle bir fethe memur etmekte derin bir haz ve fahr payı arayan, gözyaşı içinde
mesut bir sarsılış… Erkek, saadetini ve şahsiyetini işte bu, zarif ve rakik
sarsmada, kadın da zevkini ve hüviyetini bu sarsılmada bulur. Erkeği erkek,
kadını da kadın yapan hilkat sırrı… Mânevî mânâda ipek bir halı üzerinde yürü
gibi kadın cenazelerine basarak geçemeyen erkek,, cinsinin memuriyetini
bütünleştirebilmiş ve kadına kadınlığını öğretebilmiş değildir. En küstah bir
kadına gardırop şaşkınlığı verecek ve çorabın nasıl çekildiğini bile
unutturacak bir dalgınlık havası aşılayamazsanız, kendinizi başarılı
sayamazsınız! (s. 102-103)
3-
Şiir Bahsi
5-6 yıl sonra, Bâbıâli’de, bir mecmua idare hanesinde,
o zaman ve ilk defa “Senfoni” ismiyle çıkan “Çile” şiiri üzerinde görüşülürken
aralarında şu konuşma geçecektir:
-Nasıl buluyorsun, Cahit, “Senfoni”yi?
-Büyük şiir!.. Ama baş şiiriniz diyemem… Meselâ
“Kaldırımlar” ayarında değil…
-His kumaşı ne kadar nâdide olursa olsun, kolay
anlaşılan ve sevilenden nefret ediyorum! Benim poetik anlayışımda sanat,
Allah’ın sırlarına doğru ebedî bir arayıcılıktır. Allah ki, mücerredin
mücerredi, iş onu gayeleştiren şiirde… (s. 142)
4- Kadın Bahsi
Kadın bir fikirdir; heykelleşmiş ve erkeğin mukabili cinsiyete bürünmüş ulvî bir fikir…
Ulvîyetine mukabil de, istidadını yaşattığı süfliyet, meydanda…
Onun içindir ki, kadın, gerçek mânâsı ve mahiyetiyle
yalnız İslamiyet’tedir ve yine onun içindir ki, kadın, İslamiyet’te üzerine
titrenilen bir hicap mevzuu… Örtünmesi de bu sır yüzünden… Fakat ahmak Batı
adamı bu sırrı anlayamaz ve kadının hakikatini onu çırılçıplak soymakta ve
meydan yerine çıkarmakta bulur.
Batı adamının bağlılık iddia ettiği, kendi zaman ve
mekânı içinde hak ve münezzeh İsâ dininde, hak ve münezzeh Resûlünün melekî
meşrebi icabı, kadın siliktir. Fakat Peygamberler Peygamberinin beşerî
meşrebinde, kadın, Allah’a erme yolunun başlıca hedeflerinden ve yardımcı
vasıtalarından biri…
“-Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi; kadın, güzel
koku ve gözümün nuru namaz…”
Meâlli Hadîs, işte, tohumunda bu sırrı gizler.
Ve bu yüzdendir ki, İslâmiyette, Allah huzurunda akit
şartıyla kadın, vazgeçilmez bir nimet, geri bırakılmaz bir sünnet, fatihliğe
memur erkeğe fetihlerini kendisinde remzlendirici bir işaret, aslî gaye olan
İlâhî marifet yolunda da kayıtsız kalınamaz bir davettir. Ve kadını fethetme
vasıtaları, erkekte, Allah Resûlünün pâk ve mukaddes mizacına uygun olarak
büyük kıymet… Fakat Hristiyanlık bağlısı -ki İsevî’lik Hristiyanlıktan
münezzehtir- nispet iddia ettiği ve tamamıyla tersine gittiği İsâ Peygamber
yolunda, kadını, m^nâsındaki (mistik-sırrî) inceliğe zıt olarak ele alır, ya
onu hayat perdesinden büsbütün siler, yahut yüzülmüş koyun halinde vitrininin
çengeline asıp sadece dış cepheden en süslü eşyası diye teşhir eder. İşte
Batılı (mistik-sırrî)lik iddiasının sırrı satıhta arayıcı ve açıkta gezdirici
idrak kütlük ve kabalığını gösteren düğüm noktası… O ki, sır olmak iddiasıyla
açıktadır, sır değildir; ve o ki üstünde “sır” yazılı bir torbanın içindedir;
açıkta demektir. (s. 158-159)
5- Roman Bahsi
-Benim malûm fikrim; Türk romanı yoktur. Çünkü Türk
romanı denilen, evvelâ Batı örneklerine nispetle ilkokul yazı emeklemelerinden
daha iptidai eserler son yüz yıl içinde, ola ola, meselesiz, çilesiz ve
ukdesiz, kartondan adamların gidip geldiği, yollarında eğlencelik yemişler
satılan bir panayır yerinden başka bir şey olamamıştır. Tanzimat devrinin,
çocuklara giydirilen paşa elbiselerine benzer biçare romanı, “Edebiyat-ı
Cedîde” çığırında güya ilerleye ilerleye, nihayet zavallılıktan ahmaklığa
terakki edebilmiş; Halid Ziya başta olmak üzere bu çığırın romancıları, yeni
moda Batı taklitçiliği enayilerinin âdi sokak zamparası ve “onbaşı kültürü”yle
teçhizatlı tiplerinden öteye geçememiştir. Düşünün ki, bu roman, Garp edebiyat
ve felsefesinin en olgun demlerini kadrolaştıran ve kördüğüm halinde
giriftleştiren 19. Asır sonları ve 20. Asır başlarında, Fransız romanı bir
taraftan cihana hakimiyetini sürdürür, bir taraftan da Rus romanı Fransız
romanını ezmeye başlarken, Batı’nın her türlü ukdesinden gafil, seri malı roman
temsilcisi (Gonkur Biraderler)i model diye ele almış, ne (Zola)yı, ne
(Mopasan)ı, ne (Prust)u, ne (Dostoyevski)yi, ne (Tolstoy)u, ne (Gorki)yi, ne
(Göte)yi, ne (Oskar Vayld)ı, ne de son Batı fikir cerayanlarını görebilmiştir.
Ondan sonraki “Fecr-i Âti” zemininde ve biraz ilerisinde romana ilk defa mesele
getirir gibi olan bir Yakup Kadri varsa da onun fert ve cemiyet üzerinde
açabildiği derinlik “Edebiyat-ı Cedîde”nin açtığı, küçük su birikintilerine
mahsus oyuklara nispetle ancak diz kapağına gelen çukurları aşmaz. Ömer
Seyfeddin ve Refik Halid birer usta satıhçı; Halide Edip ise zaten büyük mesele
ve idrake istidatsız; başta ise zarif bir kadın mizaç ve üslûbuyla girişip
sonda işi feci bir ukalalıkta bitiren ve -dönmeliği icabı- içinde yaşadığı cemiyetin
bütün an’anelerine karşı nefretini kusan, sanatta hiçbir zaman küçük çapın
üstüne çıkamayan kişi veya dişi… Türk romanında mesele ve ukde ilk defa Peyami
Safa ile kımıldamaya başlıyor denilebilir. Fakat bu kımıldama, yürüyüş ve çığ
haline gelemiyor, bu gelemeyişte Türk cemiyetine ait duygu kütlüğünün de
elbette tesiri bulunuyor. Peyami Safa da o nazik zarı delemiyor. Onun nesli,
Batı’da en nadide çiçeklerin yetiştirildiği limonluklar yanında, çürümüş gübre
karışımı çerçöpten başka bir şey olamıyor ve Türk romanı, Cumhuriyetle beraber
artık deva kabul etmez bir akamet bataklığında çırpınıp duruyor. Bu feci
manzaranın verdiği tepkiyle, çirkini hissedip de güzeli bulamayan ve roman gibi
büyük bir ceht isteyici mimari yükünün altına giremeyen bazı dehâ özentisi
tipler de, gelmeyecek bir istikbalde yazacağı eserin yalnız adını ve ilk
cümlesini kağıda dökmüş, ıkınıp duruyorlar. (s. 171-172)
6- Şiir Bahsi 2
Bir gece, şiir ve şair meraklısı hanımın evinde, üçlü
kumpanyayı (Orhan Veli Kanık, Melih Cevdet Anday, Oktay Rifat) yeren Mistik
Şair’e şöyle karşılık vermiştir:
-Olabilir!.. Sizin fikirleriniz!.. Sizce olabilir!
İşin gerçeği şu ki, şiir bir bayrak yarışıdır. Onu kimi eller filân noktaya
getirir, oradan da kimi eller bayrağı teslim alıp ilerilere götürür.
İnandığı ve içinde donup kaldığı şeyler arasında,
Prusyalı bir subayın mahmuzlu çizmelerini birbirine çarpması gibi emin ve rahat
görünüşlü bu zata, söylenmemiş, fakat söylenmesi gerekli sözler şunlar
olabilir:
-Bayrak yarışı tasviri güzel… Fakat onu teslim alacak
elin bir atlet olması şartıyla… Yoksa, fikrî ve edebî jandarması olmayan bir
diyarda, lise çağındaki çocukları kandırıcı ve münekkit yokluğunu sömürücü bir
davranışla gerçek atletleri çelmeye getirip düşürmek ve bayrağı kapıp kaçırmak
şekliyle değil… Bu bir!.. İkincisi, siz, kendinizden dokuduğunuz, örgüsünü öz
ruhunuzdan aldığınız bir kumaşa sahip bulunmuyor, aslî nüshası (Süperviyel)
isimli bir Fransız elinde bir oyma işinin, en ucuz tarafından alçıya dökümünü
yapıyorsunuz. Yani taklidin de en kolay noktasında bulunuş… Süperviyel, bizzat
form-şekil macerasını tamamladıktan sonra onun bıkkınlık ve tepkisiyle, ömrü
çok kısa devreli bir maceraya girişirken siz, insanların ancak tuvalette veya
ateşli hastalıkta hayaline getirebileceği hezeyanları alt alta dizmek
kolaylığına şiir ismini verebiliyorsunuz. Böylece ancak mecnunlara mahsus fikir
ve hayâl kazuratını hiçbir tasfiyeye tâbi tutmadan olduğu gibi vermeyi yenilik
sanıyorsunuz. İçinde, kıvrım kıvrım tüplerin renk renk mâyiler kaynattığı şiir
laboratuvarı dehâsına, imâl cehdine kıyarak, bu işi işportacılıktan daha aşağı
bir seviyeye düşürmüş bulunuyor ve önüne gelenin şair olmakta hiçbir sıkıntı
çekmeyeceği bir damping pazarına meydan açmış oluyorsunuz. Vücutta iskelet gibi
şekli gizleyeceğinize, onu örtmemek, et ve deriyle giydirmemek aczinizi, vücudu
paramparça etmek ve uzuvlar arası vezin ve ahengi bozarak gidermeye
kalkıyorsunuz.
Bir de üçüncüsü var: Süperviyel gibi derinliğine
muhtevası olan ve nesir diye okunsa da şiiriyeti kabul edilmek gereken bir
sanatkârı, yalnız düzensizlik şekliyle taklide kalkıp, onun külçe altun, yani
muhtevâ tarafını becerememek; bu işin Birinci Dünya Harbinden beri takip ettiği
seyri bilmemek, (dada)lar, (empresyonist)ler, (sürrealist)ler boyunca gelip
gidişinden ve aradaki (Neo-Klasizm)den gafil ve bir poetik ölçüsünden mahrum
bulunmak… Falan, filân… (s. 240)
7- Türkiye’de Parti Bahsi
Türkiye’de parti, Büyük Fransız İnkılâbından tam yarım
asır sonra (1789-1839) Tanzimat hareketleriyle zeminini bulur ve Abdülaziz devrinde
“Genç Osmanlılar” adlı bir hücrecik halinde protoplazmalaşır. Bu, Batı’dan
sıçrama, frengi gibi bir mikroptur. Bir mikrop ki, memleketin iç halini, kendi
içinden fışkırma, kendi öz nefs muhasebesine dayalı bir vicdan tepkisiyle
düzeltmek ve aslî cevherine döndürmek cehdi yerine, dışarının ve düşman
dünyanın bu hale bakışını, güya devâ ve yol gösterişini böylece Türk’ü kökünden
ayırmak ve boşluğa düşürmek gayretini kukla şuursuzluğu içinde temsil eder.
Türk’teki İslâm birlik ve bütünlüğü karşısında Batı adamının beş asırdır
yapamadığını bir asra, evet, tam bir asra sığdırmak ve bunda da muvaffak olmak
gibi bir yörünge belirtir. Bizde parti, kendi öz hakikatimizin koruyucusu
olarak içimizden doğma değil, düşmanımızdan gelme ve onun öz hakikatini bize yamamak
bahanesiyle bizi öz hakikatimizden mahrum bırakma (strateji)sinin “veled-i
zina”sıdır. Avrupalı bu “veled-i zina”yı büyür büyümez, kubbesini, sütunlarını,
dört duvarını ve temelini yıkması memuriyetiyle cami kapısı önüne bırakmış ve
muradına bal gibi ermiştir. (s. 287)
8- Fikri İdam Etmek Üzerine
Sedat Simavi, Napolyon gibi, eli yeleğinin
düğmelerinde, bir aşağı, bir yukarı dolaşıyor ve mükellef bir koltuğa oturttuğu
Sabık Şair’e:
-Göreceksin, diyor; fikri idam edeceğim! Sadece resim
ve göze hitap! Yazıya göre resim değil, resme göre yazı…
O zaman Sabık Şair, iki dudağı arasından, istihza
fiskesine benzer bir hırıltı koparıyor.
Sedat Simavi hayrette:
-İnanmıyorsun, öyle mi?
-Yâhu! Gazete fikir demektir. Hâdise ve ona bağlı
fikir, kıymet hükmü… Bu ihtiyacın âletidir gazete… Fikri idam iddası, gazete
için portakalın suyunu çekip posasını satmaya kalkışmak kadar gülünç olmaz mı?
-Misali tersinden koyuyorsun!.. Halk portakalın suyunu
ister, posasını değil… Halbuki istikbalin gazeteciliğinde asıl posa fikirdir;
portakal suyu da hâdiselerin dış yüzü ve göze hitap eden şeyler.
-İyi ama o zaman gazete meydana gelmez ki… Gazete ismi
altında o ismin hakikatine aykırı, manzara resmi, şehvet albümü gibi bir şey
vücut bulmuş olur. Buna hakkın var mı?
-Dâva, satmakta, halkın istediğini yapabilmekte…
-İrade halkın değil, Hakk’ındır. Halk istemez, halka
istetilir. Sen ona evvelâ istemeyi, isteyeceği şeyi öğret ve ondan sonra halkın
istediğine uymak yolunu tut!
-Bunlar edebiyat!.. İşte ben bu edebiyat yolunu
tıkayacağım ya!.. Göreceksin; ve gazete satmak ne demektir, anlayacaksın! (s.
294-295)
Yorumlar
Yorum Gönder