İnsan Üzerine
Kültürümüzde, çocuğa isim koyma merasimi şüphesiz çok önemli bir yer tutar. Bunun sebebi isim ile alınyazısı arasında bir bağın olduğuna inanılmasıdır. Çünkü insan ismi ile müsemmadır. Dede Korkut Hikâyelerinde geçen Boğaç Han Hikâyesi, kültürümüzde isimlendirmenin önemi hakkında örnek teşkil eder.
Boğaç Han ilk kahramanlığını yapana kadar isimsizdir. Ta ki Bayındır Han’ın
boğasını devirip, rüştünü ispatlayana kadar…
Aslında Boğaç Han, o boğayı devirmeden önce de vardı ama yok hükmündeydi.
İsmini alması ile beraber hüviyetini kazandı ve boyu tarafından kabul gördü.
Söz söyler, buyruk verir oldu…
Çağımızda isim meselesi, çözülmesi gereken en temel meselelerimizin başında
gelir. Her şeyin çığırından çıktığı bu çağda, ilk olarak insan çığırından
çıkmıştır. İnsandan sonra her şey.
“İnsanlık” dediğimiz şey aslında ismimiz ve hüviyetimizdi.
Eğer ilk olarak çığırından çıkan insan ise, çözüme de ilk olarak insandan
başlamalıyız. Ana sebep çözülmeden, ana sebeplerden doğan alt sebeplerin çözüme
kavuşturulması, kısa vadede sorunumuzu çözecektir fakat en girift düğüm insan,
yine karşımıza çıkacaktır.
Sebep insan, sorun insan, çözüm insan…
Başlamamız gereken ilk nokta, bu çağda, insanı yeniden isimlendirmek, yeniden
tanımlamaktır. Yazımın başında değindiğim gibi, isim ile alınyazısı arasında
bir bağ olduğuna inanılır. İnsana verilecek yeni bir isim, yeni bir tanım,
insanın alınyazısını belirleyecektir. İnsana ait olan değerleri, insanın
bulunması gerektiği konumu belirleyecektir. Ve en önemlisi, insanın hududunu
belirleyecek, haddini bildirecektir.
Bir isme, bir tanıma kavuşan insan, ilk olarak kendini, ardından yaşadığı
toplumu ve yaşadığı dünyayı yeniden tanımlayacaktır.
Dil Üzerine
Dil, insanlar arasında anlaşmayı sağlayan tabiî bir vasıta, kendi
kuralları olan ve bu kurallar üzere gelişen canlı bir varlık, sesler ile
örülmüş içtimaî bir müessesedir.
Dilin vasıtalığı sadece anlaşmayı temin etmek bakımındandır. Dil daima bir
cana, bir hüviyete sahiptir. İnsanlar ona istedikleri gibi hükmedemezler. Dil
ve insan ilişkisi, at ile insan ilişkisine çok benzer. İnsan ata istediği gibi
hükmedemez, atın tabiatına uygun hareket etmek zorundadır.
Otomobil de bir vasıtadır. İnsan bir otomobile istediği şekli verebilir,
istediği yere sürebilir, istediği zaman durdurabilir fakat at için böyle bir
şey söz konusu değildir. Atın biçimini değiştiremez, istediği gibi kullanamaz,
istediği yere sevkedemez. Korkuttuğu yerde bir adım attıramaz.
Bu yüzden dilin vasıtalığı da atın vasıtalığı gibidir.
Canlı varlık olan dil, zaman zaman kendi kaideleri içinde birtakım
değişiklikler, birtakım gelişmeler gösterir. Bu, dilin her daim yenilendiğini,
güncellendiğini gösterir. Dil, dışarıdan bir müdahaleyi, o müdahaleyi
içselleştirebildiği müddetçe kabul eder. Normal bir müdahale dilin gelişme
yolunu her zaman açık tutar.
Dilin bu denli önemli oluşu, ona bir konum belirlememizi zorunlu kılar. Biz
dili her şeyin merkezine oturturuz. İnsandaki beyin gibi, bilgisayardaki
işlemci gibi… Her ne varsa onun merkezinde dil vardır.
Bu gücün farkında olmalıyız. Çünkü bu güç, Batı elinde hâlâ bir sömürü aracı
olarak kullanılmaya devam ediyor. Onların dil ile tanımladığı her kavram, bizim
tefekkür çemberimizi, eşya ve hadiseler üzerindeki tasarruf hakkımızı günden
güne daraltıyor.
Unutmayalım…
İyinin, doğrunun ve güzelin tarifini biz yapmadıkça, Batı’nın iyiliğini iyilik,
doğruluğunu doğruluk, güzelliğini de güzellik olarak kabul etmeye devam
edeceğiz.
İnkılap ve İhtilâl Üzerine
“Hadi gel yıkalım şu Süleymaniye’yi desen,
İki kazma kürek, iki ırgat gerek,
Ancak had, gel yapalım şunu geri desen,
Bir Sinan, bir Süleyman gerek.” (Mehmet Akif Ersoy)
Yıkmak ve yapmak…
Hem birbirine düşman hem birbirine kardeş iki kavram. Bu dörtlükte de görüldüğü
üzere Süleymaniye’nin yıkılması iki kazma kürek, iki ırgatlık iştir. Bu,
yıkmanın kolay ve zahmetsiz bir iş olduğunu gösterir. Peki, geri yapmak? İşin
en zor kısmı. Yapmak, bir Sinan, bir de Süleyman’ın işi. Sinanların,
Süleymanların…
‘Yıkmak’ ve ‘yapmak’ kavramlarını ‘İhtilâl’ ve ‘İnkılap’ kavramları ile ele
alabiliriz. İhtilâl , mevcut olanı yıkmak; inkılap ise yıkılan şey üzerine
‘yeni’ bir şey inşa etmektir. İhtilâl ve inkılap kavramları, kendi kendisine
hiçbir kıymet belirtmez. Ancak bağlı olduğu gayeye ettiği vasıtalık nispetinde
kıymet kazanır.
Her an değişen eşya ve hadiseler karşısında ihtilâl ve inkılap zarurettir.
Aşama aşama gidilen yolun başı, ilk olarak bu zarureti hissetmektir. Ardından
ruhta ihtilâli ve inkılabı başlatmak, son olarak da olgunluk ile eşya ve hadiseye
tesir etmek.
“Ne kadar söz varsa düne ait
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım” (Hz. Mevlana)
İslam her zerresi ile bir inkılap dinidir, yenilik dinidir. Donmaz, solmaz,
eskimez, pörsümez… 800 yıl önce yaşamış olan Mevlâna Hazretleri bu
‘gerekliliği’ dile getirmiştir.
İnkılap sonsuz bir hakikat arayıcılığıdır. Her an, her yerde… Bu arayış durduğu
zaman, an durur, insan durur, mekân durur. Donma, eskime ve pörsüme başlar.
Bizde bu duruş, Kanuni Sultan Süleyman devrinde yavaş yavaş başlar ve Tanzimat
ile çöküşe doğru gider. Tanzimat ve peşi sıra gelen yenilikler her ne kadar inkılap
gibi gözükse de içi boş ve kuru taklitçilikten öteye gidememiştir. Bu
inkılaplar İslam güneşinin ışığında değil, Batı’nın mum ışığında yapılır.
Artık biliyoruz ki, ana gayeden uzak her inkılap kıymetsizdir. Bugün bir
enkazda yaşıyoruz. Ruhi, ahlaki ve ictimaî bir enkaz içindeyiz. Dünyanın başına
musallat iki ırgat, iki kazma kürek ile kurulmuş ve kurulabilecek her şeyi
yıkmaya çalışıyor.
Artık ‘yapmak’ vakti.
Yeni Sinanlar, yeni Süleymanlar ile…
Yorumlar
Yorum Gönder