"Nokta" filmi, Derviş Zaim’in yazıp yönettiği, 2008 yılında vizyona giren, geleneksel Türk sanatları ile sinemanın ilişkisini ele aldığı üçlemesinin ikinci filmidir. Film, bir zamanlar işlediği bir suç yüzünden azap çeken ve çektiği azaptan kurtulmaya çalışan bir adamın hikayesidir.
Film, “Çırağın hikâyesi”
diye bilinen bir hikaye ile başlar. Moğolların işgal için Anadolu’ya yaklaştığı
yıllarda Mâlik Usta adlı bir hattat tuz gölünün üzerine “عفى الله عنه” (Afallahu
anha “Allah onu affetsin”) hattını nakşeder. Ama ‘nun’ harfinin üstündeki
nokta eksik kalır. Usta, çırağından mürekkep ister fakat çırak mürekkebin
bittiğini söyler ve getirmeye de niyetli değildir. Çırak daha sonra ustasının
yanına gelerek aklını karıştıran düşünceleri ona açıklar. Çırak, Moğolların
yakın zamanda geleceklerini ve buna rağmen “Allah onu affetsin” hattını
nakşetmenin gereksiz olduğunu söyler. Bunun hikmetini kavrayamaz. Ve bugün dahi
sağda solda rastladığımız sorularla ustasına, “Moğollar yakında hepimizi
öldürecekler. Halbuki biz “Allah onu affetsin” yazıyoruz. Eğer Allah her şeye
kadirse onları yok etmeli. Allah’ın insana olan muhabbeti nerede? Allah
sevgisini bize niye göstermez? Gün bu yazıyı yazma günü müdür?” der. Ustası da bunun
ahlaken ve ruhen gelişmek için bir imtihan olduğunu söyler. Çırağın bu
söylemleri hâlâ renk ve şekil değiştirerek, seviye düşürerek günümüze kadar
gelmiştir ve “Allah varsa Afrika’daki çocuklar neden aç?” “Allah varsa kötülük
neden var? Savaş neden var?” gibi bir biçim almıştır. Bu sorular her devirde görülmüş sorulardır.
Cevapları da basittir. Malik Usta, çırağına bunda bir hikmet olduğunu ama
insanların bunu anlamayabileceğini söyler. Hikmet nazarından bakanlar için
cevap bu kadar basittir. Ama çırak tatmin olmaz ve yazılan hatta inanmadığını
söyler. Malik Usta kendi yazdığı Kuran-i Kerim’i çırağa verir ve mürekkep
getirmesi için onu şehre gönderir. Çırak şehirden bir daha gelmez ve o nokta
tamamlanmaz. Daha sonra Moğollar işgale gelir, hat kaybolur, usta ölür. Filmin
ilk başında bir hikâye genel hatları ile gösterilir. Bu kısım, bir bakıma
filmin konsantre edilmiş kısmıdır.
Film, günümüze döner ve
hikâyedeki çırak, karşımıza anlayış olarak hattat Ahmet olarak çıkar. Ahmet,
hapisten ‘iyi hal’ ile yeni çıkmış, kendi hat atölyesini açmayı planlayan ve
yakın zamanda evlenecek olan bir gençtir. Arkadaşı Selim ile bir konuda
konuşmak için Tuz Gölü’ne gelir. Arkadaşı Selim, Ahmet’e amcası hattat Hamdullah
Efendi’nin çok ağır hasta olduğunu ve onun tedavisi için çok paraya ihtiyaç
olduğunu söyler. Selim bu parayı bulmak için evindeki 13. yüzyıla ait Malik
Kur’an’ı çalıp satmayı düşünür ve bunun için Ahmet’ten yardım ister. Ahmet ilk
başta karşı çıksa da sonra bu konuda Selim’e yardımcı olur ve aracıları arar.
Bundan sonra işler Ahmet için çıkmaza girer. Çünkü Selim ile büyük bir günaha
bulaşmıştır.
Aracılarla anlaşırlar
fakat sonra Selim bu işin azabından korktuğu için vazgeçer ve çalamayacağını
söyler. Bu işte Ahmet’i muhatap alan aracılar da Ahmet’i tehdit ederek Malik
Kur’an’ın öyle veya böyle getirilmesini söyler. Ahmet de Selim’i buluşma yerine
çağırır ve aracılarla beraber onu orada alıkoyarlar. Ailesine de oğluna bedel
Malik Kur’an’ı getirmelerini söylerler. Kur’an aracıların eline geçer. Selim’i
de orada öldürmek isterler. Ahmet buna karşı çıkar ve orada oluşan hengamede
Ahmet aracıları öldürür, Selim de kaza kurşunu ile hayatını kaybeder.
Buraya kadar olan hikâye,
birçok soruya cevap niteliği taşımaktadır aslında. Kuşbakışıyla Ahmet’in başına
gelen olaylar silsilesini 5 maddede sıralayabiliriz:
1- Ahmet, arkadaşı Selim
üzerinden imtihan edilir.
2- Ahmet, bu imtihanı
nefsine yenik düşüp kaybeder.
3- Ahmet, böylece
kötülüğü ve belayı ‘kendi’ çağırır.
4- Ahmet, yaptıklarından
çok pişmandır ve bir yolunu bulup bu çileden kurtulmak ister.
5- Ahmet, başına gelen
kötülüğün ve belanın çilesini çeker ve sonuçlarına katlanır.
Filmin başındaki hikâyede
de durum aynıdır aslında. Moğollar Anadolu’ya gelmemiştir, çağırılmıştır. Usta
bunun hikmetini bilir yarım kalmış hattı tamamlamaya uğraşır ama çırak bunun
hikmetini anlayamaz yazının yarım kalmasına sebep olur. O hattın noktası
tamamlansaydı eğer (Afallahu anha “Allah onu affetsin”) olaylar çok farklı
seyredecekti belki de Allahualem... Ahmet de başına gelen bütün bu olayların
hikmeti kavrayamaz. Ölenleri gömer ve bu işten kendini temizlemek için Malik
Kur’an’ı yine Tuz Gölü’nün civarında bulunan hattat Hamdullah Efendi’ye vermeye
çalışır. Bunun için kıvranır durur. Ona, çırağın ustasına sorduğu gibi sorular
sorar. Ahmet’in de inancı hikâyedeki çırak gibi sallantıdadır. Bunun için
eskisi gibi hat yazamaz ve yavaş yavaş görme kaybı yaşamaya başlar daha doğrusu
‘gözünün nuru çekilir’. Hikâyenin başında usta çırağına, “İnanmayan insan
yazamaz.” der. Bu hat sanatı üzerinden verilmiş genel bir kaidedir aslında.
Ahmet’in de yazamama sorunu buna bağlıdır. Hattat Hamdullah Efendi de Ahmet’e “İnanmayan
insan boşluktadır.” der. Ahmet bu boşluğu aklını kaybedercesine
yaşamaktadır. Ahmet daha sonra çantasındaki Malik Kur’an’ı hattat Hamdullah
Efendi’ye gösterir. Hamdullah Efendi orada düşüp bayılır. Ahmet şüphe çekmeden
hattat Hamdullah Efendi’nin yardımcısı Mümin Efendi’yi çağırır ve hattat
Hamdullah Efendi bir arabayla hastaneye götürülür.
Burada tüm bu olayların
başlangıcındaki temel güdüyü irdelemek gerekir. Ahmet, bütün bu olayları
isteyerek yapmadığını düşünür bu yüzden Malik Kur’an’ı teslim edip Hamdullah
Hoca’dan af dilemek ister ama aslında Ahmet bütün bu olayları isteyerek
yapmıştır. Kontrolden çıkan olaylar, Malik Kur’an’ın çalınması, cinayetler,
onun ilk baştaki tercihinin (imtihanının) sonuçlarıydı. Yani en başta bu günaha
ortak olmak onun tercihiydi. Selim, ona amcası hattat Hamdullah Efendi’nin
hasta olduğunu, paranın bunun için gerekli olduğunu söyleyerek ‘yalan’
söylemiştir. Ahmet de ‘iyi bir niyetle’ arkadaşına yardım etmiş diye
düşünebiliriz fakat burada ‘iyilik’, büyük bir ‘kötülük’ ile yapılır. Çünkü
Malik Kur’an’ın çalınmasının ne kadar kötü olduğunu benden çok ‘hattat’
Ahmet’in bilmesi gerekir. Ayrıca Selim, Ahmet’e bu işten komisyon teklif eder.
Bu da Ahmet’in hat atölyesi açmasına ve evlenmesine yarayacak bir miktardır.
Ahmet’i bu işe iten temel güdü ‘iyilik yapma isteği’ midir yoksa ‘para’ mı? Olaylardan
sonra çektiği azaptan kurtulma isteği, ‘manevi olarak arınmak’ için mi yoksa
‘yarım kalmış dünyevi arzularını’ tamamlamak için mi? Ben ikinci şıkka daha
yakınım…
Bu olaya bulaşan dört
kişinin üçü ölmüşken Ahmet, ölmekten beter olmuştur. Burada ölümün en büyük
ceza olduğunu düşünmek hata olacaktır çünkü Ahmet her gün ölmektedir. Yani en
büyük ceza Ahmet’e verilmiştir. Bu da bize en büyük suçlunun Ahmet olduğunu
gösterir bir bakıma. Farklı bir bakış açısından bakarsak Ahmet’in hayatta
olması ona, affedilmek için bir fırsat daha verildiğini gösterir bizlere.
Ahmet, böylece filmde çözülmesi imkansız bir paradoks gibi durur karşımızda.
Ama filmdeki hal ve hareketleri, söylemleri, öyle veya böyle bizde bir kanı
oluşturur.
Filmin devamında Ahmet,
derdini hattat Hamdullah Efendi’nin yardımcısı Mümin Efendi’ye açar. Selim’in
gömülü olduğu yeri ve tüm olanları anlatmaya çalışır fakat Mümin Efendi polisi
aramaya yeltenir. Ahmet de eline aldığı sopayla Mümin Efendi’yi bayıltır ve
Malik Kur’an’ı oraya bırakarak uzaklaşır.
Ahmet’in bütün işlerinin
çıkmaza girmesinin birçok sebebi olabilir elbette ama temel sebebi tartışmasız
‘nokta’dır. Ahmet bir hattat olmasına rağmen noktanın hikmetini anlayamamış ve
kendi hattını(yolunu) çizememiştir. “İnanmayan adam yazamaz.” hikmetini
kavrayamamıştır. Ahmet’te bir de ‘bildiği halde yapamama’ sorunu vardır ki bu
da ıstırapların çilelerin en büyük kaynağıdır onun için. Ama iş dönüp dolaşıp
‘nokta’ya gelir. Yazımızın başlığında olduğu gibi, her şey nokta ile başlar,
nokta ile biter.
Tüm bu olayların Tuz
Gölü’nde geçmesi, Ahmet’in içine düştüğü manevi boşluğu göstermesi bakımından
çok isabetlidir. Filmde adeta zaman ve mekan mefhumu kaybolmuştur. “İnanmayan
adam boşluktadır.” hikmeti, Derviş Zaim tarafından görsel olarak tasvir
edilmiştir.
Ahmet, bu boşlukta yürür
durur. Daha sonra Tuz Gölü’nde ‘deli’ oğlunu arayan motorlu bir amcaya rastlar.
Amca, Ahmet’e oğlunu görüp görmediğini sorar. Ahmet de gideceği yöne doğru
gittiğini söyler. Ahmet motorun kasasına atlar ve daha da uzaklaşır. Bir müddet
sonra iner ve yoluna devam eder. Yolunun üzerinde amcanın bahsettiği oğlunu
görür. Yerde hareketsiz bir şekilde uzanmıştır. Onu orada öylece bırakmaz
istemez ve sırtında taşımaya başlar. Bu sahneler bize Sisyphos’un cezasını
hatırlatır. Sisyphos,
Yunan Mitolojisinde, Yeraltı dünyasında sonsuza kadar büyük bir kayayı bir
tepenin en yüksek noktasına dek yuvarlamaya mahkûm edilmiş bir kraldır. Ahmet
de bu deliyi sırtında taşır durur. Nereye gideceğini, ne yapacağını bilmeden.
En sonunda Mümin Efendi, Hamdullah Efendi ve yanındakiler araba ile Ahmet’i
aramaya koyulurlar ve Ahmet’i bulurlar. Orada Ahmet’i hırpalarlar ve mezarın
yerini göstermesini söylerler. Mezarın yanına giderler ve Ahmet’e bir kazma
verirler, Ahmet mezara iki-üç kazma darbesi vurur ama artık maddi ve manevi
gücü kalmamıştır. Oradan birkaç adım uzaklaşır ve olduğu yerde noktalanır.
Biz de yazımızı Niyâzî-i Mısrî Hazretlerinin bir
sözü ile noktalayalım:
“Noktayı fehm eylemektir ilm-ü irfandan garaz”
Yorumlar
Yorum Gönder